|

Samiha Anne

“Dostların ansızın düşman ilan edilebildiği bir dönemde sağduyudan ve köklerinden vazgeçmedin çünkü 'Düşünmek ihtiyacı en büyük zevk oldu bana' demiştin. Henüz çok küçük yaşlarda akletme yeteneğiyle donatılmıştın ancak seni yönlendiren aklından çok vicdanındı.”

04:00 - 15/03/2024 Cuma
Güncelleme: 02:19 - 15/03/2024 Cuma
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.

Hayatına, tepeden izlenen bir köy gibi baktığımda birçok güzellik fark ediyorum ancak dikkatimi fazlasıyla çeken şey, mektup yazma sevdan. Yanlış gördüğün, aksadığını düşündüğün, vicdanın göz ardı edildiğine inandığın her hususta muhatabından çekinmeksizin bir Müslüman kimliği sergilemekten geri durmadın. Yöneticiler de bundan nasibini aldı, başbakanlar da. “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin ki bu da imanın en zayıf hâlidir” hadisinin hayata yansıyan şekliyle mektup yazdın. Hiçbir şey başarılamasa da en azından tarafını belli ettin ve bu, hayran olunası bir duruş. Meramını satırlarınla anlatmaya çalıştın daima; o yüzden ben de gidişinin üzerinden bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen bende bıraktığın resimleri anlatmak için sana bir mektup yazmaya karar verdim.

GÜÇLÜ BİR HAFIZA

Her insan özel olarak yaratıldı, inandık ama bazısı birtakım keskin vasıflarla donatıldı. Senin en güçlü tarafın görmek olmuş muhakkak ancak ötesi varmış. Gördüklerin bir taşa oyulur gibi hafızanda kök salmış. “Bir buçuk yaşımdan beri hayatımı safha safha hatırlarım” diyebilecek kaç kahraman gelmiştir yeryüzüne! Hatırlamalıydın çünkü son derece özel bir zamanda yaratılmıştın. Hızlı değişimlerin, yıkıcı yönelimlerin bir nisan yağmuru gibi ansızın patlamasına benzer bir döneme şahitlik etmeliydin. O derin ve titiz hafızana emanet edilmeliydi bütün hengâme ki bunca sene sonra biz de bilelim neler olup bittiğini. İki sultanı, yani Reşad ve Vahdettin’i, II. Meşrutiyet’i, İttihat ve Terakki dönemini, Balkan muharebelerini, Birinci Dünya Savaşı’nı, İstiklal Şavaşımızı, Osmanlı denen çınarın devrilişini ve cumhuriyetin kuruluşunu görmen gerekiyormuş. Her gün yeni bir rüzgâr, her gün yeni bir acı ama bir yandan da yeni bir umut…

Dostların ansızın düşman ilan edilebildiği bir dönemde sağduyudan ve köklerinden vazgeçmedin çünkü “Düşünmek ihtiyacı en büyük zevk oldu bana,” demiştin. Henüz çok küçük yaşlarda akletme yeteneğiyle donatılmıştın ancak seni yönlendiren aklından çok vicdanındı. Öyle ki küçücük hâlinle babanın selamlık sohbetlerine katılır, orada zaman zaman padişaha duyulan öfkenin varlığı seni huzursuz eder, neler konuşulduğunu anlamasan da vicdanın bir şeylerin doğru olmadığını fısıldardı. O, en kuvvetli pusulandı ve ölene kadar da hep seni yönlendirecekti çünkü onun sayesinde ne merhameti ve ne de feraseti elden bıraktın. Bütün kalbinle inanmadığın hiçbir düşünceyi benimsemediğin gibi huzur bulmadığın mekânlarda da oyalanmadın.

Hafızan kuvvetli yaratılır da kelimelerin sana yardımcı kılınmaz mı! Hatırlayanların en sadık dostlarıdır nitekim kelimeler. Sana da verildi bu kuvvet. Tanpınar’ı okurken nasıl hayran oluyorsam Türkçesine, sende de farklı bir duyguya kapılmıyorum. Hatırlıyor, aktarıyor ve bizi büyülüyorsunuz. Sizi okurken yazmak için illaki ortaya çıkan ilahi dokunuşu ayan beyan görüyor ve Rabbimizin yaratma letafetine, sanat güzelliğine bir kez daha hayran oluyorum. Kelimelerini kimseyle paylaşmadın önceleri; yazıyor ancak gün ışığından koruyordun onları. Ta ki kardeşten öte, tek bir ruh gibi yaşadığın dayının kızı Semiha Cemal ölene ve mürşit kabul ettiğin Kenan Rifaî’nin “Bundan sonra Semiha’nın yerine sen yazmalısın,” diyene kadar. Hem söylenecek sözlerin vardı hem de yazarak dindirecek acıların.

İSTANBUL VE AŞKA DAİR

Sana kelimeler bahşedilmişti ve sen, lütfedenin güzelliğini anlatmak için sarf ettin her birini. Aşk Budur, Yaşayan Ölü gibi romanlarında Vahdet düşüncesinden hiç şaşmadığın gibi gerçek aşkın yüceliğini anlattın daima. Okurken canım yanmadı değil çünkü vazgeçmek öylesi bir sevdadan, büyük bir cesaret ister. Korkularımdan arınmanın koridorlarından geçerken yolumu aydınlattın. Sen söyleyince o kadar da dehşetli gelmiyordu artık kayıplarım. Bu badireden de sağ çıkarsak bizi yüce güzelliklerin beklediğinden emin konuştun hep. Güvendim sana ve kelimelerine çünkü ruhumla kalbimin reddedeceği hiçbir şey söylemedin.

Başka güzellikler de anlattın bize. Mesela her eserinde mühim bir kahraman gibi ortaya çıkan İstanbul’u görmemek ne mümkün… Ona aşk derecesinde bağlı olduğunu ve İstanbul’u kelimelerinle aktarırken medeniyetimizin yeniden inşa edildiğini ve şehrin bir kez daha fethedildiğini hissetmemek imkânsız. Sözlerinle abideleştirdin onu ve bugün bazı semtlerde dolaşırken “senin İstanbul’un” gözüyle bakıyorum etrafıma. Söylemiştin zaten bir İstanbul tiryakisi, bir İstanbul divanesi olduğunu. Yaşadığın onca değişimi ve yıkımı düşününce seni asla terk etmeyenin İstanbul olduğu aşikâr. Böylesi bir sadakat, böylesi bir adanmayı hak ederdi elbette.

EN BÜYÜK HÜNER İNSAN OLABİLMEK

Yetiştirilme çağlarını hatırlarken “Kılıcın iki yüzü vatan ve iman” diyordun. Ne duru, ne güçlü bir tespittir bu ancak bugün o iki kavramı korumak gittikçe zorlaşıyor. Gevşiyor ve dağılıyoruz. Mücadelenin, tebliğin, irşadın ne demek olduğunu hatırlayamayacak kadar uykusuzuz. Bıraksalar bir kenara kıvrılır asırlarca gözümüzü açmayız. Kubbealtı’nda yaptığın gibi gelip yine anlatsan, dağıtsan düşüncelerimizi saran sisi, o munis ve şefkatli sesinle “Hayatta gaye ne muharrirlik ne sanatkârlık ne âlimlik ne de kâşifliktir. En büyük hüner insan olabilmektir. O büyük varlık da sanırım bizden bunu istiyor” diye hatırlatsan yeniden ve ben senin niyetinle yazdığım mektubun hızına şaşırarak acı ve yaralarımla yanına geldiğimde sen benim de Samiha Annem olsan…



#Aktüel
#Hayat
#Edebiyat
1 ay önce