Çözüm sürecini destekliyorum; neredeyse 18 aydır silahların susmuş olmasına çok büyük bir umutla bakıyorum. Fakat bir taraftan da çok endişeliyim. Çatışma ve savaş yanlılarının, çığırtkanların, barış karşıtlarının bir şekilde bu sürece çomak sokmalarından korkuyorum.
Kendim bölgeye gitmiş değilim, ama bölgeyi bilen, orada yaşayan veya sık sık gidip gelen, görüşlerine çok güvendiğim kişilerin aktardıklarından yola çıkarsak, birincisi, Öcalan olmazsa bu barışın olmayacağı; ikincisi, geniş kitleleriyle Kürt halkının barıştan memnun olduğu anlaşılıyor. Öte yandan bu süreç, PKK'nın Kandil önderliğinin, çoğu BDP'li siyasetçinin, PKK-BDP yanlısı Kürt aydınlarının, Kürt akademiklerinin ve öğrenci gençliğinin içine sinmiş değil. Öcalan'ın çizgisine âdetâ hoşnutsuzca uyuyorlar; aslında çoğu zaman, 'Canım böyle barış mı olur, siz AKP'ye teslim oluyorsunuz, bunca mücadeleyi boşuna mı verdiniz' gibi lâflarla savaşçılığı körüklemeye çalışan 'Beyaz Türk'lerin sesine daha fazla kulak veriyorlar.
Bu tavırda olan çeşitli köşe yazarları var. Belirleyici özellikleri, AK Parti 'ye düşmanlık ve Erdoğan'a özel bir nefret beslemeleri. Onun için, 'hükümete zarar versin de ne olursa olsun' mantığıyla hareket ediyor; bir adım ötede, demokrasi dışı yöntemlerle hükümeti alaşağı etmeyi arzulayan 'devirmeci' bir cepheye Kürtlerin de katılmasını sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Böyle bir sol aydın kesimi var. Anlaşılıyor ki bölgedeki Kürt seçkinleri bunlara biraz fazla kulak veriyor ve dolduruşa gelebiliyor, ama son tahlilde onları sadece Öcalan'ın kararlılığı zaptediyor.
Annelerin baskısını ve PKK üzerinde bir kamuoyu oluşmasını çok olumlu karşılıyorum. İşte tam, benim daha önce sözünü ettiğim, Kürt halk tabanının artık alenî barış yanlılığı. Ama bir yandan da birilerinin bunu sertleşme gerekçesi yapmasından; 'Bakın bu AKP'nin bize karşı açtığı bir kampanyadır; bizi köşeye sıkıştırmaya ve teslim almaya çalışıyorlar' diye tekrar savaş kışkırtıcılığı yapmaya koyulmasından kaygı duyuyorum.
Gezi protestoları bence anlaşılır nedenlerle ve spontane olarak patlak vermişken, ilk üç gününden sonra AKP düşmanlığından başka hiçbir birleştiricisi olmayan grupların eline geçerek, amaçsız ve sınırsız bir çatışmacılık yönünde geliştirildi. Bugünlerde Gezi'nin birinci yıl dönümü münasebetiyle bunu tekrar deniyorlar. Muhtemelen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci ve ikinci turu münasebetiyle tekrar deneyecekler.
Yöntemler üzerinde öyle çok düşündükleri kanısında değilim. AK Parti devrilirse, hükümet çökerse ya da Erdoğan uzaklaşmaya zorlanırsa bunun altından ne çıkar, bunun Türkiye'ye bedeli ne olur; onu da zerrece düşündükleri kanısında değilim. Meşru ve demokratik bir siyaset vicdanı olmayan bir kesim var orada; ben bunlara devirmeci muhalefet diyorum. Eski devrimciliğin artık salt devirmeci hali gibi görüyorum.
Eleştirdiğim bir yığın şey var. En başta, zaman zaman çok sertleşen siyasal tarzından hoşlanmıyorum. Micro-management yapmasını, yani her şeye karışmaya kalkmasını da yanlış buluyorum.
Evet, doğru; ciddi bir kuşatma altında ve şahsen de hedef haline getirilmiş bulunuyor. Ama kendisinin de kutuplaşma ve gerilimi arttırmaya katkı yaptığını düşünüyorum.
Bu çerçevede ve bir tarihçi, bir sosyal bilimci olarak, olabildiğince nesnel yaklaşmaya çalıştığımda, AKP'nin belirgin bir gelecek vizyonu, bir gelecek projesi olduğunu; Türkiye'yi şuradan alıp şuraya götürmek istediğini görüyorum. Habire projelerden söz ediliyor; benim için proje sadece üçüncü havalimanı, üçüncü köprü veya kanal filan değil (ki son ikisine galiba karşıyım veya karşı olabilirim). Daha büyük bir sorun var: AK Parti dışında, geleceği düşünen başka bir siyasi güç yok. Ne CHP'nin böyle bir derdi ve vizyonu var, ne de MHP'nin. Onlar 20. yüzyılın son çeyreğinde, en fazla 1980'lerde kalmış gibiler. Ne Baykal, ne Kılıçdaroğlu döneminde CHP'den 'biz şöyle bir Türkiye istiyoruz' türü herhangi bir şey duymadım. Diğer, parlamento-dışı diyebileceğimiz muhalefet unsurlarının da hiçbir pozitif tasavvurlarını göremiyorum.
1990'lar, daha doğrusu 1989-2002 arası, Türkiye için tamamen kayıp yıllardır. 1989'da Özal, daha önce yaptığı hataların üzerine, bir de kendini cumhurbaşkanlığına terfi ettirip, âdetâ Çankaya'ya kaçıp, Anavatan Partisi'ni Mesut Yılmaz'a bıraktı. Erdoğan'ın Özal'dan bir farkı, çok iyi becerdiği bir şey, partisini sağlam tutmak.
Neo-liberalizm yaftası hiç gerçeklerle bağdaşmıyor. Dikkatle bakıldığında, AKP'nin, belki kendi İslâmî sosyal adalet geleneklerinden de kaynaklanan, ciddî bir bölüşümcülüğü ve refah devleti politikaları söz konusu. Konut ve sağlık politikalarında bu çok net görülüyor. Ben bu alanda nereden nereye gelindiğini çok iyi biliyorum. Türkiye'de kentli nüfus oranı yüzde 65'ten yüzde 80'e patlarken, AKP belediyeleri bu gelişmeye ayak uydurmayı ve yeni yeni yerleşim alanlarına hizmet götürmeyi başardı. TC tarihinin en başarılı belediyeciliğidir bu.
Gezi hareketi, yanlış bir AVM projesine karşı Gezi Parkı'nı gerçekten samimiyetle korumaya çalışmak isteyen içtenlikli ekolojik kaygılar temelinde ve ardından, polisin hakikaten çok aşırı şiddet kullanımına karşı bir protesto olarak başladıktan sonra, âdetâ uçak kaçırır gibi el konup kaçırıldı başka örgüt ve akımlarca. Üçüncü veya dördüncü günden itibaren, Gezi atmosferine onlar hakim oldu ve damgalarını vurdu.
Bazen, eylem için eylem yapmak ve polisle çatışmak için sokağa çıkmaktan başka bir amaçları yok gibi geliyor. Polisle çatışmaya çalışalım bu çatışmalar olunca hükümet belki Batı'nın gözünden daha fazla düşer gibi mantıkla hareket eden, içi öfke ve nefret dolu bir gençlik kesimi var.
Ben bir AK Parti taraftarı değilim. Bir yönüyle kendimi 'anti-anti-AK Parti' olarak tanımlayabilirim. Bugünkü, gözü kararmış anti-AKP'cilikle aynı safta olmak istemiyorum; o tavrın 'anti'siyim; bu yüzden 'anti-anti-AKP'yim' diyorum.
Son bir yıl, AK Parti'yi devirmeye yönelik girişimlerle geçti. Gezi, 17 Aralık ve devamı, bütün o bantlar, Soma, Okmeydanı. Bir maden faciası yaşanıyor; bir bakıyorsunuz herkes Taksim'e çıkma yarışı içinde. Ne olursa olsun bir bahane bulalım da sokağa çıkalım, ateşler yakalım, polisle çatışalım diyen bir kesim var.
AK Parti muhalifleri için bu 12 yıl felaket yılları, çünkü yenilgiden yenilgiye gidiyorlar. Karamsarlıkları nefrete dönüşüyor. Karamsarlık da böyle bir hınç ve öfke birikimine yol açtı.